Çocukluğumun Arka Bahçesinden

Çocukluğumun Arka Bahçesinden

Ne çabuk geçiyor zaman öyle değil mi? daha dün evimizin arka bahçesinde oyunlar oynayan çocuklar değil miydik hepimiz? Ne zaman büyüdük bu kadar ve evlendik?

Hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir gündü benim için. Şehrin diğer tarafına pek sık işim düşmüyor, sıkça gelip geçtiğim bir yol değil anlayacağınız. Ama dün dalgınlığımın bana bir sürprizi vardı sanki. Atladığım bir yol sapağı ve trafiğin yoğunluğundan kurtulma çabalarım beni bu evin önüne kadar getirdi. Çabukluğumun evine. 10 yaşlarıma kadar yaşadığım bu evi gördüğümde içimde derinlerde bir yerlerimin sızlamadığını söylersem yalan olur herhalde. Kötü anılar falan değil, düşündüğünüzün aksine, hayatımın en eğlenceli zamanlarını geçirdiğim ev burası. Hüznümün de nedeni budur belki. Ne çabuk büyüdük öyle değil mi?

Bakımsız ama harikulade bir bahçemiz vardı... Aslına bakarsanız sanki yaşlılıktan beli tutmayan iki ihtiyar insan gibi sırt sırta vermiş, birbirinden destek alarak 4 kat yükselmiş iki apartmanın ortak bahçesiydi bu. Duvar kenarlarında kalabalıklaşan ısırgan otlarından ve enfes elmalarını yüksek dallarında dokunulmaz kılan o yaşlı elma ağacından neler çektim bilemezsiniz. Meyvesinin tadına bakmak istediğim her seferde sanki tuzaklar kurardı bana.

Uzun sopalar bulurdum, kollarım ağrıdan kalkmaz olana kadar uğraşır dururdum 2 elma daha düşürebilmek için. Ama alt dalların meyveleri bittikten sonra başlardı asıl macera. Kendi attığım taşın altında, daldaki elma yerine kaç defa kafam hedef olmuştur Allah bilir.

Hepsi bir yana, çocukluğuma dair en unutulmaz anılarımı onunla yaşadım. Apartmanımıza yapışık duran yan binadaki yaş taşım ve arkadaşımla.

Bahçemizin tam ortasında, nedendir bilinmez hiçbir zaman içini suyla dolu görmediğim, süs havuzunu evimiz gibi döşemiştik. Evet, gerçekten de resmen dekore etmiştik. Havuzun içi hiç kullanılmadığından öyle pisti ki, sadece temizlemek için bile günlerce uğraştığımızı hatırlıyorum. Işte bu yüzden, ayakkabılarımızı havuzun sadece 50 belki en çok 60 cm yükseklikteki duvarının üzerine bırakarak giriyorduk oyun evimize. Çalı çırpılarla bir çeşit sedir yapmıştık. Kapımızın önündeki paspası annemden habersiz çalıp sedirimize örtü, komşu teyzelerin o günlerde yıkayıp bahçede kuruttuğu yünlerinden çalarak da sedirimize yastık yapmıştık. Kenarları yer yer kırılmış kare biçimli bir sunta parçasından masamız vardı. Tuğlalar da sandalyelerimiz olmuştu. En sevdiğim oyun buydu işte: evcilik.

Annem, küçük kardeşimin öğle uykusu saatinde beni kavga gürültü eve alırdı. Önce her ikimizin -zorla da olsa- karnını doyurur sonra karşılıklı iki kanepeye yatırırdı bizi. Tamam, o daha 4 yaşındaydı ve öğle uykusu gibi saçma sapan bir icat için yaşı tutuyordu ama ya benim? Aslında biliyordum, annemin derdi beni uyutmak değildi, öyle olsa kardeşim dalar dalmaz benim ayakucuma basarak sokak kapısına uçma çabalarımı görmezden gelmezdi. Ufaklığın bana işkence etmek gibi bir âdeti vardı. Ben evde değilsem uyumuyor, uyku saati geldiğinde benimle beraber sokakta oynamak için peşime düşüyordu. Abla olmak çok zordu (hala da kolay sayılmaz). Anlayacağınız üzere kardeşim benim kuyruğum gibiydi. Kimi zaman evcilik oyunumuza onu da katar, evin bebeği rolünü ona verirdik. Gerçi, oyuna katıldığı pey söylenemezdi, daha çok etrafı talan etmekti onun işi. Zararlı bir figüran dersem herhalde abartmış olmam.

En sevdiğim oyun arkadaşımla ilk kavgamızda kardeşim de yanımızdaydı ve benim hazırladığım çamurdan pastayı mıncıklamakla meşguldü. Özene bezene hazırladığım, şekil vermek için bir hayli çabaladığım pastamı evin beyi rolündeki arkadaşıma bir karton parçası üzerinde servis ettim. Yemiyordu, kavgamız da buradan çıktı. 8 yaşında bir çocuk olabilirim ama aptal gibi mi görünüyorum? Elbette çamurun yenmeyeceğini o zaman da biliyordum. Ama yiyormuş gibi yapıp “mm ellerine sağlık nefis olmuş” gibi övgüler yağdırması gerekiyordu. Annem özel bir şeyler hazırladığında, babam anneme gülümseyip “ellerine sağlık” diyordu ama… Peki, o ne yapmıştı? Ben yemesi (yiyor gibi yapması) için ısrar edince, yaptığım pastayı yere fırlatıp, “ben çamur yemek istemiyorum, bir daha seninle evcilik oynamak da istemiyorum” diye bağırarak uzaklaşmıştı. Bu çocuk cidden hiç nazik değildi.

Birkaç gün, ben bahçede kedi yavrularını kovalarken, ağaç dallarında elma avına çıkarken, ya da yüzükoyun ısırgan otlarının üzerine düşüp ağlayan kardeşimi avutmaya çalışırken evlerinin penceresinden beni seyrediyordu, biliyordum. Ve içimden kıs kıs gülüyordum. Başka arkadaşı yoktu, eninde sonunda benimle barışmak zorunda kalacaktı nasılsa.

Haklıydım... Kurban bayramının ilk günü, babam, komşu amcalar ve kesilecek koyunların olduğu arka bahçemizden ona seslendim. Her zamanki gibi pencerenin dibindeydi zaten, beni duyması çok zaman almadı ve koşarak bahçeye indi. Birazdan kurbanlar kesilmeye başlanacaktı ve bu kaçmaz bir macera olacağa benziyordu benim çocuk dünyam için. Ama bu macerayı yaşayabilmem için önce “annem” engelini aşmam gerekiyordu. Balkondan avazı çıktığı kadar bağırıyordu bana ve babama. “Kızım gel eve, izlenecek şey mi bu? Bak korkacaksın sonra” ben omuz silktikçe daha da yükseliyordu sesi, nihayet benden ümidi kesince babama kızmaya başladı. “Yahu yollasana eve çocuğu! Bak uykuları kaçacak soracağım o zaman her ikinize de!” babam bıyık altından sırıtıyordu. Bana göz ucuyla bakıp sordu; “korkmazsın değil mi?” ben en kendine güvenen sen tonumu takınıp, çenemi kaldırıp cevap verdim beklemeden. “Ben korkak değilim!” babamın ağzından coşkulu bir kahkaha dökülüverdi. Beni omzumdan tutup çekti, kucaklar gibi kendine bastırdı. “Aferin benim cesur kızıma” hala dudaklarından gururlu bir gülümseme taşıyordu. Babamdı o benim hayatımın kahramanı. Tabi ki önümüzdeki birkaç dakikanın ardından hayatımın kahramanı rolünü en sevdiğim çocukluk arkadaşım üstlenecekti.

İlk olarak bizim devasa büyüklükteki koyunumuz kurban edilecekti bu -çocuk gözüyle- egzotik ritüelde. Yere yatırılan hayvanı izlemek için, görüş alanı mükemmel bir köşe edindim hemen. Arkadaşımı da çekerek yanıma getirdim. Kurbanımızın kesileceği yere neredeyse 1,5 metre geride, yere çömelerek oturdum. O da hemen yanımda elinde uzunca bir dal parçasıyla durmuş toprağı deşeliyordu. Ben dizlerime dirseklerimi dayamış, yüzümü avuç içlerime almış, koyunun 3 bacağını nasıl bağladıklarını izlerken içimde tuhaf bir merhamet duygusuyla irkildim. Bu zavallı hayvancık birazdan bize yemek mi olacaktı yani? Daha birkaç saat önce bahçenin köşesinden kopardığım çayır çimenle beslememiş miydim oysa ben onu? Üzüldüm... ben kendi iç muhasebemle uğraşırken çoktan başlamıştı bu tuhaf ritüel. Pala bıyıklı, esmer ellerinin üzeri kesiklerle dolu bir adam yerdeki koyunun boğazına dayamıştı bıçağı. Kafamı kaldırıp arkadaşıma baktım göz ucuyla. Yüzünden belirsiz ifadeler geçiyordu. Yarı şaşkın, ilgiyle izliyordu manzarayı o da benim gibi. Yüzümü yeniden yerde üç bacağı bağlı yatan koyuna çevirdiğim an, ödümün patladığı an oldu. Boğazından kanlar fışkıran hayvan debeleniyor, titriyor, kafası neredeyse gövdesinden ayrılmış halde onca insanın ellerinden Kurtulabilmenin mücadelesini veriyordu. Bir anda korkunun tüm bedenimi sardığını, iliklerime kadar uyuşturduğunu hissettim. Sanki gözleri bana bakıyor gibiydi. Sanki kalkıp beni yiyecekti. Ne? Beni yiyecek miydi? Çömeldiğim yerden doğrulamadan kendimi geriye doğru attım. Popumun üzerine, acıyla yere çakıldım. Arkadaşım elindeki sopayı yerde can çekişen hayvana uzatmış beni arkasına almış hızlı hızlı soluyordu. Beni korumaya mı çalışıyordu? Bir prensesi koruyan cesur savaşçı gibi mi yani? İşte yeni kahramanım!

Bundan sonra onunla evcilik yerine oynayacak daha güzel oyunlarımız olacaktı. Ben Rapunzel ve o da beni uzun kulelerden kurtaran prens... Saçlarım o kadar uzun değildi o zamanlar, kabul ediyorum. Ama uzatabilirdim öyle değil mi?

Okulların açılmasına belki bir hafta vardı. Sabahın erken saatlerinden öğleye kadar pencerenin dibinde, birkaç iri yarı adamın eşyaları kamyona dizmelerini izledim. Tüm iş bittiğinde O ve annesi, babasının kullanacağı arabaya ellerinde birkaç ıvır zıvırla yerleşmeye çalışıyorlardı. Arabanın kapısında durup yukarı baktığını hatırlıyorum. Ve bana gülümseyerek el sallayışını.

Ve yüreğime yayılan hüznü, kederi. Gözlerime biriken damlalar akmasın diye nasıl yutkunduğumu...

Sadece birkaç gün sonra aynı daireye taşınan yeni komşularımızın benden 1 yaş küçük kızıyla, ayni bahçede hatta aynı havuzda yeni evcilik oyunlarımızı kurmaya başladığımızı anımsıyorum. bir kız çocuğu kesinlikle bir başka kız çocuğuyla daha eğlenceli oyunlar oynayabilirmiş. Bu büyük keşfimin beni nasıl sevindirdiğini de anımsıyorum. Eski arkadaşımın gidişine üzülmem 2 gün, yeni arkadaşımın varlığına alışmamsa sadece 1 saat sürmüştü. Çocuk olmak gerçekten muhteşem bir şey…

***

Üniversite sınavının ardından uzak bir şehirde okuma ihtimalimin annemi ne derece dehşete düşürdüğünü söylemeden geçemeyeceğim. Ama her zamanki gibi evdeki daimî müttefikim; babam, bu konuyla ilgili son sözü söylemiş, anneme de sessizce durumu kabullenmek düşmüştü. Memleketten uzakta okuyanlarınız varsa eğer bilirsiniz, yabancı bir şehirde hemşeriler birbirlerini kolayca bulurlar her zaman. Kendi memleketinizden insanlarla zaman geçirmek belki de kendinizi evinizde gibi hissetmenize neden olduğundandır, kim bilir…

Engin benim bir üst sınıfımdan arkadaşım ve hemşerimdi. O ve kız arkadaşı, benim yurttan oda arkadaşım, Engin’in ev arkadaşı beraber geçiriyorduk okulun dışında kalan zamanlarımızı. Gerçi ev arkadaşı genelde sırtını oturduğu yere yaslayıp kollarını göğsünde bağlayan ve sohbetlerimize, sadece muhalefet etmek üzere katılan sevimsiz bir tipti.

O gün okulun kantininde oturmuş laflıyorduk. Ben okuduğum bir kitaptan hevesle bahsederken diğerleri beni ilgiyle dinliyorlardı. “Bilim-kurgu dalında güzel bir eser, hatta bence tam anlamıyla ‘şaheser’… Yerinde kıpırdanırken dudaklarının arasından, zayıf bir sesle “çocuk kitabı” dedi. Kafamı çevirip yüzüne baktığımda dudağının ucuyla sırıttığını, o bilindik çokbilmiş havasını takındığını gördüm.  Soran gözlerle bakıyordum, haliyle cevap verme ihtiyacı hissetti. “Çocuk kitabı” dedi yeniden. “Bence basit bir dille yazılmış, insana hiçbir değer katmayan bir kitap, okumak zaman kaybı” bu çocuk ne zaman ağzını açacak olsa sinirlerimin tepeme fırlamasına neden oluyordu. Oturduğum yerde sırtımı dikleştirerek ona doğru çevirdim sandalyemi. “Çocuk kitabıydı madem, niçin okuyup zaman kaybettin öyleyse?” öfkemin gözlerimi kızarttığını hissediyordum. Oysa O nasıl rahat gözüküyordu. “Okumadan bilemezdim değil mi lüzumsuz bir kitap olduğunu” zafer kazanmış gibi yüzüne yayılmıştı gülüşü. Bense sinirimden kuduruyordum. “Sen her şeyi çok bildiğini sanıyorsun değil mi?”

Araya oda arkadaşım Neslihan’ın sesi girdi. “Siz her fırsatta didişmek zorunda mısınız? Ama elbette büyük aşklar kavgayla başlarmış, sizin gelecekteki halinizi gözümde canlandırabiliyorum...” Neslihan’a öyle bir bakış attım ki, içimden “yurda döndüğümüzde seni boğazlayacağım” dediğimi gözlerimden anladı. Hemen sus pus oldu, oturduğu yerde büzüşüp kaldı. Ben daha Neslihan’ın kurduğu cümlenin şokunu atlatamadan O kendini beğenmiş aldı sazı eline, kahkahalar eşliğinde, “bu kız çocukken de böyle sinirli ve asabiydi, az çektirmedi bana.

Çamurdan pastalar yapıp zorla yedirmeye çalışırdı. Yemedim diye az kalsın dövecekti beni bir seferinde” kahkahalar bulaşıcı bir virüs gibi tüm masayı sardı. Benim dışımda herkes gülüyordu ve ben hala neler olduğunu kavramaya çalışıyordum. Engin’in sesiyle irkildim yerimden. “Sen tanıyorsun bizim Mehmet’i aslında, iyice bir düşün bakalım.” Düşünmek mi?

Nereden tanıyor olabilirdim ki? Daha da önemlisi o beni nerden tanıyordu? Çamur pastalarımın ününü duymuş olamazdı herhalde. Zorla yedirmeye çalışmak falan... Ah çok saçma, ben zorla kimseye bir şey... Tabi ya...

Düşüncelerimin sesini alelacele kıstım, “yoksa sen, yani Mehmet, Sen…” cümlemi nasıl tamamlayacağımı bilemeyerek gözlerine bakıyordum. “Evet”, dedi. “Ben, çocukluğunun arka bahçesinden. Mehmet!”

Sonradan öğrenecektim, Engin’e, benimle ilk karşılaştığı andan itibaren “sanki bu kızı bir yerden tanıyor gibiyim” deyip durduğunu, anne ve babamın adını, kardeşim olup olmadığını sorduğunu, bana duyduğu ilgiyi Engin’ e itiraf edişini ve çocukluk arkadaşı olduğumuzu ben hatırlayana dek söylememesini tembih ettiğini. Artık aramızdaki buzlar tamamen erimişti ve artık ne kadar kalabalık da olsa etrafımız, biz yalnızca birbirimizle konuşup birbirimizi dinliyorduk. Oynadığımız oyunları, koştuğumuz sokakları, dizlerimizdeki yara izlerini, o dev elma ağacını ve bahçe kenarlarındaki ısırgan otlarıyla savaşımızı... Biz artık sadece çocukluğumuzu konuşuyorduk onunla.

Öyle yakın hissediyordum ki kendime sanki bir anda en iyi arkadaşım oluvermişti. Ev gibi kokuyordu benim için. Ailemi özlediğimde ona sarılsam sanki özlemim diniverecekti. 3 ay olmuştu annemin yemeklerini yemeyeli, babamla tavla oynamayalı. Kısaca duygusal bir günümdeydim. Sanırım durgunluğumum ve sessizliğimin nedeni buydu: evimi çok özlemiş olmam. Beni ne zamandır izliyordu, bilmiyorum. Göz göze geldiğimiz an kulağıma doğru eğildi. “Eğer çamurdan pastalarını yemeye söz verirsem benimle yeniden evcilik oynar mısın?” sanırım -gayri resmi- ilk evlenme teklifini o gün etmişti.

Bugün evliliğimin 73. günü. Hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir gün değil. Tesadüflerin beni, onu tanıdığım yere getirdiği gün. Ne dersiniz, sizce kader diye bir şey gerçekten var mı? Eğer varsa, kader; O’nun adına eş anlam yaratılmış.

Теги блога :
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.